Toplumsal Cinsiyet Okumaları / Toplumsal Cinsiyet ve Hukuk

17 Nisan 2021

Toplumsal Cinsiyet Okumaları’nın ikinci döneminin beşinci haftasında “Toplumsal Cinsiyet ve Hukuk” başlığında Prof. Dr. Gülriz Uygur ve Dr. Öğr. Üyesi  Gülay Arslan Öncü’ yü dinledik. Okumalar sırasında öne çıkan satırlar şöyleydi:

Gülriz Uygur “Demokrasi, İnsan Hakları, Temsil ve Toplumsal Cinsiyet, Türk Ceza Kanunu’nda Kadına Karşı Şiddete İlişkin Suç Tipleri, Medeni Hukuk ve Toplumsal Cinsiyet Eşitliği”

Yapılan araştırma ve anketler ışığında koronavirüs salgının toplumdaki eşitsizlikleri daha da derinleştirdiği söyleyebiliriz. Ölüm ve hastalıktan etkilenme oranlarına bakıldığında erkeklerin kadınlardan daha çok etkilendiği görülse bile toplumsal ve ekonomik boyutta pandemi kadını daha da fazla etkilemiştir. Son gelinen noktada toplumsal cinsiyet eşitliğinden değil ancak toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden söz edebiliriz.

Türkiye’nin 1986 yılından beri taraflarından biri olduğu CEDAW (Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Yok Edilmesi Sözleşmesi) “kadınların insan hakları” olarak anılmaktadır. İnsan Hakları sözleşmesi kadınları kapsamıyor mu kapsıyor belki ama tümüyle ataerkil yapıya göre düzenlendiğinden yeterli gelmiyor. CEDAW, cinsiyet bakımından ayrımcılığın kadınların siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik hayata katılmalarını engellediğini, toplumun ve ailenin refahının artmasına engel teşkil ettiğini ve kadınların ülkeleri ve insanlık hizmetinde kullanabilecekleri olanakları geliştirmelerini zorlaştırmaktadır, der. Anayasanın hemen altında yer alan bu sözleşme kanunların da üzerinde bir yerde konumlanmaktadır.

CEDAW’ a göre kadın ve erkek eşit haklara sahip olduğunda eşitlik sağlanacağı düşüncesi genel anlamda eşitlik ilkesidir. Kadının eşit haklara sahip olabilmesi için fiili eşitliğin de olması yani eşit olanaklarla donatılması gerekir. Ekonomik, kültürel engellerin kadının karşısında olmaması gerekir. Örneğin, seçme seçilme hakkını kadınlara veren ilk devletlerden olmamız övünülecek bir durumdur ama fiili duruma baktığımızda bunun böyle olmadığını, pratiğe yansımadığını görürüz.

Eski Medeni Kanun’da, Ceza Kanunu’nda kadın hakları açık bir şekilde belirtilmediği gibi “erkek evin reisidir”, “kadın kocasından izin almadan çalışamaz” gibi ibareler içermekteydi. İtalya, İsviçre gibi Avrupa ülkelerinden ithal ettiğimiz bu kanunlar ancak 2002 ve 2005 yılları sonrasında değişmiştir. Yukarıdaki ibareler kanundan çıkarılmış kadın hakları, kadına karşı şiddet, evlilik içi tecavüz, küçük yaşta evlilik, töre cinayetleri gibi konular normlara girmiştir. Anayasa’da da kadın erkek eşitliği norm ile güvence altına alınmıştır. Bu madde CEDAW’ın önemsediği genel eşitlik ilkesinin yanı sıra fiili anlamdaki eşitlik hükümlerinin tümünü içermektedir.

Tarih boyunca hukuk normlarında ataerkil ideoloji yansıtılmıştır. Normlarda eşitlik 21. yüzyıl ile gelmiştir ancak hukuktaki uygulamada hala ataerkinin etkisine, haksız tahrik indirimi, iyi hal indirimi gibi kararlarda şahit oluyoruz. Ceza kanunları metinlerine baktığımız zaman aslında düzgün bir uygulama ile caydırıcı cezaların verilebileceğini görmekteyiz ancak bu noktada hukuk uygulayıcılarının zihniyetlerinin değişmesi gerekmekte. Esasen hukuk metinleri açısından çok ciddi bir sorunumuz yok ama uygulayıcıları bakımından ciddi sorunumuz var. Kanunlara yeni maddelerin eklenmesi bu zihniyet değişmedikçe çok da etkili olmayacaktır. Hak dağıtımı konumunda olan kişi “bence” ye göre karar veremez. Bilgisini kullanarak hukuk terazisinin dengesini bulmak zorundadır.

“Kadın beyanı esastır” ilkesi çok fazla yanlış anlaşılan bir konudur. Bu ilke, “kadın beyanı doğrudur” demek değildir. Esasında bu tarih boyunca ciddiye alınmayan kadının, şikâyeti hakkında gerekli incelemenin, soruşturmanın başlaması için yürürlüğe girmiştir. Arkasında yatan yaşanmışlığı, hafızayı, mağdur psikolojisini, kadınların ses verme ile kurduğu ilişkiyi düşünmeksizin ilkeye karşı çıkmak, anlamlı değildir. Hâkim, kadının beyanına göre karar vermez. Hâkim, beyandan hareketle olaya bakar. Suçlu, suçsuz adalet karşısında ortaya çıkar.

 

Gülay Arslan Öncü “Toplumsal Cinsiyet ve İnsan Hakları Hukuku”

İnsan hakları hukuku toplumsal cinsiyet eşitliğini sindirmiş ya da benimsemiş bir şekilde ortaya çıkmış değildir. İnsan hakları hukuku temel hak ve özgürlüklerin korunması ilerletilmesi bakımından bizim temel dayanak noktamız. İç hukukta çözüm elde edemediğimizde başvurabileceğimiz bir çaredir.

CEDAW, kadın öznesine yönelik spesifik bir BM sözleşmesidir. Siyasal, sosyal, ekonomik birçok alanda kadın erkek eşitliğinin sağlanması, ayrımcılık yapılmaması bu sözleşmenin hedefleri arasında ancak kadına karşı şiddetin önlenmesi normatif olarak yer almıyor. Şiddetin önlenmesi ile ilgili kısımlar sonraki güncellemelerde geliyor.  Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin sadece yasa düzeyinde ya da hukuk önünde giderilmesini değil toplumsal cinsiyet eşitsizliğine ilişkin kalıplarla, adetlerle, geleneklerle mücadeleyi de salık veriyor. Bu sözleşme kadına karşı ayrımcılığın giderilmesi hususunda taraf olan devletlere ciddi yükümlülükler getiriyor. Devlet yasaları, mevzuatı bu sözleşmeye göre düzenleyince yükümlülüklerden kurtulmuş olmuyor aynı zamanda toplumsal cinsiyet eşitsizliğine ilişkin kalıp yargılarla da baş etmesi yükümlülüğünü getiriyor.

2 Mart 2021 tarihinde Cumhurbaşkanımız tarafından kamuoyuyla paylaşılan “Yeni İnsan Hakları Eylem Planı” nda kadına karşı şiddete dair bir başlık açıldı. Bu planda birtakım olumlu hususlar var. Bunlardan bir tanesi İstanbul Sözleşmesi’nde yasaklanan ısrarlı takibin suç haline getirilmesi. Diğer önemli taahhüt de kadına karşı tecavüz vakalarında hem kadın mağdurların hem de varsa çocukların psikolojik destek alması mevzusudur. Boşanma davalarında arabuluculuk konusuna da burada değinilmiştir fakat arada şiddet olması durumunda arabuluculuk meselesinin konuşulma ihtimali endişe vericidir.

Yakın zamanda tarafı olmaktan çekildiğimiz İstanbul Sözleşmesi, şiddetin engellenmesi için meydana getirilmiş özel bir sözleşmedir. Sadece kadınları değil ev içi alanda meydana gelen şiddete karşı ailede yer alan tüm bireyleri koruyor. Ancak istatistiklere göre toplumsal cinsiyet temelli şiddetin mağduru ağırlıklı olarak kadınlar olduğu için özellikle “kadına karşı şiddet” ibaresi yer alıyor.

İstanbul Sözleşmesi “toplumsal cinsiyet” kavramı hakkındaki kafa karışıklıkları sebebiyle hedef tahtasına oturtuldu. Bu konuda gelinen noktayı dezenformasyona, bilgi kirliliğine bağlıyorum. Yanlış bilgiler, kavramı, Türk aile yapısına dinamit koyan tehlikeli bir kavram gibi gösterdi ve birilerini rahatsız etti.  Aslında “toplumsal cinsiyet” kavramı bir teşhisin, problemin adıdır. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmiş olabiliriz ama tarafı olduğumuz diğer sözleşmelerde hala “toplumsal cinsiyet” kavramı “toplumsal cinsiyet temelli şiddet” kavramı kullanılmaya devam ediyor. Etmek de durumunda çünkü bu bir sosyal vakıa.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, çok uzun yıllardır tarafı olduğumuz bir sözleşmedir. Bu sözleşmenin denetim organı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’dir. Mahkemenin kadına karşı şiddet davalarında toplumsal cinsiyet meselesine ilişkin Türkiye aleyhine verdiği kararlar var. Mahkeme şimdiye kadar çok önemli üç karar verdi. Bunlar; Opuz/Türkiye, M.G./Türkiye, Halime Kılıç/Türkiye kararıdır. Aynı zamanda Opuz grubu davalar diye tabir ettiğimiz bu kararlar Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi önünde derdest.  Nahide Opuz kararında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Türk yargı kurumlarının kadına karşı ayrımcılık noktasında pasif bir tutum içerisinde olduğunu belirtti. Bu tespit son derece ağırdır ve AİHM tarihinde ilk kez Opuz kararıyla kadına karşı ayrımcılık, kadına karşı şiddet bağlamında bir ülkenin yargı kurumlarının ayrımcı pasif tutumuna işaret edilmiştir.